“Bir insan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” sözü hepimizin çocukluktan bu yana aşina olduğu bir sözdür. Peki, biz gerçekten de tüm karakteristik özelliklerimizi ya da duygu ve düşüncelerimizi 7’mizden mi getiririz?

İkili ilişkilerde, değişmenin bize zor geldiği durumlarda ne yazık ki dilimizden ‘bu benim karakterim, bu benim kişiliğim, bu değişmez ki’ cümleleri çıkar ve değişmek yerine olayı ‘beni böyle kabul et’ gibi bir kaçışla tamamlarız.

Ne dersiniz bu kaçışın bir haklılık payı var mıdır?

Bugün sizlerle Kırık Cam Teorisi’nden de bahsederek, bu konu üzerine biraz sohbet etmek istiyorum.

İlk önce Teorinin ne olduğuna Wikipedia’dan kısaca bir göz atalım.

Kırık Cam Teorisi (Broken Windows Theory)

“ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969 yılında yapmış olduğu bir deneyden esinlenerek elde edilmiş olan, kentsel bozukluk üzerine anti-sosyal davranışlar ve diğer suçlardaki Vandalizm davranışları/belirtileri ve normları işaret eden kriminolojik bir teoridir. Teori, düzen halindeki kamuya açık kentsel ortamlarda düzenin sürdürülmesi, daha ciddi suçların ve Vandalizm’in oluşmasını önlemek amacıyla izlenmesi anlamına gelir. Amaç; düzende bozulan küçük şeylerin tekrar düzenli olacak şekilde değiştirilerek, düzenin sağlanmaya devam edilmesidir.[1] Teori olarak 1982 yılında sosyal bilimciler James Q. Wilson ve George L. Kelling tarafından makale olarak sunulmuştur. Sunulduğu günden bu yana sosyal bilimler ve kamusal alanlarda uygulanması hakkında büyük tartışmalara neden olmuştur. Teori aynı zaman ceza politikalarındaki reformlar için bir motivasyon olarak da kullanılmıştır.”

Teoriyi şekillendirmek adına örnek vermek gerekirse; yukarıdaki fotoğraf örneğinden yola çıkarak bunun gibi bir yer hayal edelim. Herhangi bir şehirde, boş bırakılmış ve birkaç camı kırık bir bina düşünelim. Eğer kırılan camlara onarım adına müdahalede bulunulmazsa bir süre sonra diğer camlarının da birer ikişer kırıldığına şahit olabiliriz. İnsanların içinde var olan sadist duyguların, düzensiz ve başıboşluğun olduğu bir ortamda çok daha rahat bir şekilde gün yüzüne çıktığını görmemiz mümkündür.

Peki, ‘Bu durum çok elit ve çok varoş iki ayrı grup arasında da aynı şekilde mi seyrederdi’ diye bir soru sorsak cevabımız ne olurdu?

Büyük ihtimal daha seçkin bir kesimin bulunduğu yerde, sahipsiz bırakılmış bir mülke dokunulmayacağı noktasında bir fikir birliğine varabiliriz.

Yıllar önce yapılan sosyal bir deneyde, Zimbardo plakası olmayan iki aracı Bronx ve Palo Alto’da bulunan mahallelere her iki toplum kesiminin göstereceği reaksiyonları test etmek için bırakmıştır.

Bronx’daki araba terk edildikten biraz sonra barbarlar tarafından saldırıya uğramıştır. İlk olarak bir aile tarafından aracın radyatör ve aküsü alınmış, pencereleri parçalanmış, döşemeleri sökülmüş, 24 saat geçtiğinde de artık araç tamamen kullanılamaz duruma gelmiştir.

Palo Alto’da bulunan araç ise 1 haftadan uzun bir zaman kimse tarafından dokunulmadan sağlam kalabilmiştir. Ancak bir süre sonra Zimbardo kasıtlı olarak aracın yanına bir balyozla gitmiş, araca vurmuş ve zarar vermiştir. Kısa bir süre sonra ise aracı parçalama işlemine diğer insanlar da katılmışlardır. Zimbardo her iki olayda da zarar veren kişilerin çoğunluğunun toplumca seçkin olarak bilinen kişiler olduğunu kaydetmiştir.

Buradan yola çıkarak sorumuza bir cevap vermeye çalışırsak; İster elit bir yerde olsun isterse varoş, bir uyaran tarafından kişiler şiddete davet edildiklerinde kişilerin kayıtsız kalamadıklarını söyleyebiliriz.

Buna sosyal hayattan, kendi gözlemlediğim hemen hemen aynı tipte bir örneğimde var.

Bundan yaklaşık 13-14 yıl önce ortaokula gittiğim yıllarda, evimizin hemen karşısında boş bir arsa vardı. Sahibi arsayı duvarla çevrelemek üzere gayrimenkulüne gelmiş ve arsanın duvarla çevrilme işi bittikten sonra mahallemize çok uzakta bulunan evine dönmüştü.

Üzerinden 1 ay gibi kısa bir zaman geçmişti ki evimizin hemen yanında bulunan lisenin öğrencileri gelip o duvarın üzerinde oturmaya başlamışlardı. Bir gün öğrencilerden birisi (nasıl bir şiddeti içinde barındırıyorsa!) zannediyorum ki sırf zevkine ve zarar verme duygusu ile sapa sağlam duvarın üst kısmına ayağıyla sert bir şekilde vurmuştu. Kimse tepki vermeyince hatta arkadaşları tarafından devam etmesi yönünde cesaretlendirilince ilk parçayı kırana kadar vurmaya devam etmişti.

Kalabalık bir grup olmaları dışarıdan bir müdahale edilmesini de engellemişti. Çünkü arsa sahibi orada değildi ve çevredeki insanlardan da hiç kimse ‘şiddet eğilimi olan bu gençlerle niçin başımızı belaya sokalım’ düşüncesiyle uyarıda bulunmamıştı. O ilk parça kırıldıktan sonra duvara zarar verilmemesi konusunda hiç bir uyarı almayan gençler her gün oraya gelip arsanın duvarından bir parçayı daha ayaklarıyla vurarak kırıyorlardı.

Bir süre sonra şöyle bir şey oldu. Mahallenin diğer çocukları olarak bizler de aynı davranışı sergilemeye başladık. ‘Zaten kırıldı kırılacağı kadar’ düşüncesi ile birazda biz kıralım diyerek aynı davranışı sergilemeye başlamıştık. Şimdi düşünüyorum da içimizdeki şiddet eğilimi eğer fırsat bulursa dışarıya çıkmakta çokta gecikmiyor.

Otoritesizlik kaosu, kaos düzensizliği, düzensizlik ise daha fazla şiddeti doğuruyor. Bir de medya ve diğer uyaranlarla insanların şiddet duyguları sürekli kabartıldığı ve dışa çıkmasında bir sorun olmayacağı algısı yaratılmış olacak ki haberlerde hemen her gün anlamsızca gerçekleşen şiddet girişimlerinden doğan ölümlere şahit oluyoruz. Ülke olarak Kırık Cam Teorisi’nin uygulama merkezi haline geldik gibi.

Bu teori içinde bir kaç hususa daha değinilebilir aslında. Genellikle insanlar bir işi ilk yapan kişinin hemen ardından toplu olarak gitmekte çekinirler. Çünkü otoritenin ona nasıl bir tepki vereceğinden emin olamazlar. Ama liderin arkasından giden 2. kişi gidişatın belirleyicisi ve kitleleri o tarafa kanalize edecek sürükleyici konumunda olur çoğu zaman.

Güzel işlere liderlik etmekte olduğu gibi kötü işlere liderlik etmekte de bir takım zincirleme reaksiyonlar gerçekleştiğini ve bunu belirleyen temel etkenin ise yapılan işin ikinci kez tekrarladığında hala toplumun diğer kesimini rahatsız edecek bir tepkinin gelmeyişine bağlayabiliriz. Ve bu tepkisizlik devam ettikçe, olay her adımda biraz daha büyüyecek ve ilk başta camları kırılan ev artık Vandalizm’i üst boyutlarda yaşayan ve bu dürtüleri bir şekilde ortaya çıkmış kişiler tarafından yakılmaya gidecektir.

Aşağıdaki videoda liderlikte takip eden 2. adamın rolünü izleyebilirsiniz.

Görüyoruz ki aslında duygu ve düşüncelerimiz hatta karakterimiz değişime maruz kalabilmektedir. İnsan öğrenen, en önemlisi yanlışlarından ders alarak gelişebilen bir canlıdır. Ancak ben burada değişime açık bizlerin, olumsuza doğru gitmesinden değil de kendimizi iyi yönde değiştirmemizin mümkün olduğu tezini savunmaktayım.

Eylemlerimiz bulaşıcı etkiye sahiptir. Bizler sürekli iyilik yapmaya gayret eden ve iyi niyetli insanlarla bir arada bulunsak bizim hareketlerimizin de o yönde eğilim gösterdiğini göreceğiz. Biz bir kişiye gülmeye başlarsak, karşımızdaki kişinin bir süre sonra bu davranışımıza kayıtsız kalamayıp gülümsediğini görebiliriz. Bizler birbirini etkileyen, birbirinden etkilenen ve en önemlisi birbirinden öğrenen canlılarız.

Karakterlerimiz de, kişiliklerimiz de bulunduğumuz toplumun yapısına göre zamanla değişime uğrayabilir. 7’mizde ne isek 70’imizde de o olmayabiliriz ve bu tamamen bizim elimizde. 7’mizden bir takım özelliklerimizi 70’imize götürmeye çok istekliysek bunlar iyi özelliklerimiz, çevremize yarar sağlayan kişilik özelliklerimiz olmalıdır. Kötü olanları fark ettikçe ondan kurtulmaya çalışmak en mantıklı olandır. Unutmamalı ki kötü davranışlar aslında bir şekilde insanın en çok kendisine zarar veriyor. Ruhumuzda açılan yaralar ve deformasyonlar daha olumsuz bir insan olmamıza neden oluyor.

Bu da Maslow’un ihtiyaçlar piramidinden hatırlayacağınız üzere, piramidin 4. basamağında bulunan saygınlık kazanma, kabul görme ihtiyacımızın kimler tarafından karşılanacağı ayrımında çok büyük rol oynuyor. Eğer iyiliklerle çevresine katkı sağlayan biri isek yine bu karakterdeki ve bunlara değer veren insanlardan bir saygınlık görürken tam tersi durum içinde yine kendi karakterimizde ki insanlar tarafından bir saygı görürüz. Hangisini tercih ettiğimiz ise bize kalmış.

Aslında iyiyi de, kötüyü de içimizde barındırıyoruz. Biz neyi seçersek o oluyoruz. Mesela bir ortama ilk defa girdiğimizde çekingen davranışlar sergileriz, kendimizi hemen açmayız, susmayı, etrafı izlemeyi ve olayları çözmeye çalışırız. Bu halimizle oradaki insanlar tarafından belki de ketum bir kişiliğimiz olduğu yönünde bir yargı ile karşılaşmamız pek olasıdır. Ancak ortama alıştıkça açılırız ve asıl göstermek istediğimiz yönümüzü, bizi göstermeye başlarız. Hem davranışlarımızın hem de karakterimizin istediğimiz yöne doğru ilerleyebileceğini düşünmekteyim.

Atalarımızın bir sözü ile başladık yine onların söylediği, baştaki sözle aslında ters düşen, bir birimizden etkilenip karakterlerimize etki edebildiğimizi dile getiren bir kaç atasözü ile yazıma son vermek istiyorum.

Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Üzüm üzüme baka baka kararır.

Son söz.

Yaptığımız yanlışların farkına varabiliyorsak ‘ben böyleyim, değişemem ki’ bahanelerinin ardına sığınmadan kendimizi iyi yönlere doğru geliştirmeye çalışmamız gerektiği kanaatindeyim.


Murat Bilginer
21 Şubat 1992'de doğdum. Endüstri Mühendisi olarak lisansımı 2016 yılında tamamladım. Industryolog Akademi - NGenius oluşumlarının kurucusuyum. Şu anda kendi şirketim Brainy Tech ile Web ve Mobil Geliştirme, AWS, Google Cloud Platform Sistemleri için DevOps, Big Data Analiz ve Görselleştirme hizmetleri sunmakta ve Online Eğitimler vermekteyiz.